08 Mayıs 2018

Karavan yolculuğumuz

Seyahate başlarken;

Nihayet hazırlıklarımızı tamamladık ve geri sayım başladı. Günlerden Cumartesi ve arabanın bagajı dolmuş, sığmayan battaniye yastık vs. arka koltukta çocuklara konfor sağlarken Adapazarı'nda Saly Karavan'a doğru yola çıkılmış.

Yolculuğun bu ilk kısmı alışık olduğumuz, her gün kullandığımız aracımız ile oldukça sıradandı. Farkına bile varmadan Adapazarı'na ulaşıp Saly ekibi ile buluştuk. Bizim gibi kiralama yapmak üzere olan diğer aileye destek olurlarken, biz de bagajlarımızı aktarmaya başladık. Çocuklar meraklı tabii, anlatıma başlanmadan karavanın her yerini keşfetmişlerdi bile.

Saly Bahçesinde araç teslimi
Beklerken, çayımızı içip bahçedeki köpeklerle sevgimizi paylaşırken sıra bizim karavana geldi. Sağolsunlar, aküsünden, buzdolabına; katalitik ısıtıcıdan split ve tavan klimasına kadar her detayı tane tane anlattılar. Malum, teknik kökenli birisi olarak bir çok konuda ön araştırma yapmış olsak da bilgi tazelemek adına oldukça verimli bir eğitim oldu.

Eğitim sonrası raflarımızı yerleştirip, koltuklarımıza kurulduk.

Let the journey begin

Şöför koltuğunda oturan kişi olarak hemen bir uyarı alıyorum:
- "Daha önce ağır taşıt kullandınız mı?"
- "Minübüs ve kamyonet kullanmıştım"
- "Tamam o zaman, yarım debriyaj yapmıyoruz"
- "Hmmm"

Ve ilk kalkışta ne demek istediklerini anlıyorum. Tabii daha önce yukarıdaki araçları kullandık ama genelde boş iken... 😏 Sırtımızda bu kadar ağırlık ile harekete başlamak farklı oluyormuş. Aracın ağırlığını kestirip uygun şekilde kalkıp Saly bahçesinden ayrıldıktan sonra yönümüzü Bilecik istikametine çeviriyoruz.

Bilecik’e gidene kadar araca yavaş yavaş alışıyoruz. Yeri gelmişken dönüşte en sık karşılaştığım sorulara cevap verelim. Karavanları B sınıfı ehliyet ile kullanabiliyorsunuz. Yanlış hatırlamıyorsam aracın kamyonetten, kamyondan veya otobüsten çevrilmesinin bir önemi yok. Ruhsata “Özel amaçlı (karavan)” yazdıktan sonra B sınıfı ehliyet yeterli oluyor. Bunu ayrıca araştıracağım. Eğer farklı bir durum çıkarsa bu yazımı dönüp düzelteceğim. Şuna eminim, her türlü karavan ile tüm köprüleri kullanabiliyorsunuz.

Bir başka soru; hatta araçta dinlenirken ilgisini çekip yanımıza gelen ve muhabbet ettiğimiz arkadaşlardan da ayni soru geldi, “Abi nasıl gidiyor?” Cevap çok net. Gitmiyor. Biz tabii gaza dokununca hızlanan ve limitlere ulaşan araçlara alışık olduğumuz için bize gitmiyor gibi geldi. Aslen kamyonetten çevrilen bu araçlar kendilerince gidiyor aslında. Gitmesi gerektiği kadar gidiyor yani. Buna hazırlıklı olun. Seyahate çıkıyorsunuz, yarışa veya A noktasından B noktasına gitmiyorsunuz. Zaten 80’i de geçmemeniz gerekiyor. Peki rampası? İşte o en büyük sıkıntı idi. %3 eğimden itibaren tavsiyem vitesi 4’e almanız. Doğru, düz vites. Otomatik bekleyenler kötü haber. Gülü seven dikenine katlanır.

İşin eziyet kısmını bir kenara bırakırsak seyahatimizin eğlenceli kısımlarına bakalım. Hedefimiz Bilecik üzerinden Konya'ya, oradan da Kapadokya bölgesine ulaşmak. Bir önceki yazımda hedeflediğimiz rotaya ulaşabilirsiniz. İlk durak Pelitözü göleti. Nereden çıktı orası diyebilirsiniz. Çok basit, evimiz sırtımızda; istediğimiz yere gidip istediğimiz yerde konaklayabiliyoruz. Neden olmasın? Öğle yemeği için güzel bir manzara olsun dedik ve ana yoldan çıkıp gölet etrafında uygun bir yer bulup duruyoruz.


Şahsen bölge halkı için güzel bir kaçış noktası olsa da şahsen daha az kalabalık bir yer olmasını dilerdim. Güzel bir yer ancak birazcık ticarethaneye dönmüş, içinde göl olan büyük bir açık hava AVM'si gibi geldi bana.

Karnımızı doyurup biraz dinlendikten sonra rotamıza dönüp ana yola bağlanacağımız güzergah üzerinde küçük bir kardeşimiz ile karşılaşıyoruz. O da bizim gibi evini sırtında taşıyangillerden. Bir kaplumbağa karşıdan karşıya geçme gayretinde. bizler için güzel bir anı oluyor. Durup kendisine yardımcı olmak boynumuzun borcu. Kendisini kucaklayıp ulaşmaya çalıştığı alana transferini gerçekleştiriyoruz. Artık kızgın asfalt üzerinde değil, gölgelik otlar arasında huzura ulaşabilir. Darısı bizim başımıza.
Bu ufak dostumuza yardımın ardından yönümüzü Bilecik'te Söğüt'e Ertuğrul Gazi Türbesi'ne çeviriyoruz. Amacımız o ulvi ortamı tatmak ama ne mümkün. Şu TV dizileri olmasa tarihimizi de unutacağız. Otoparkı, yol kenarları tıklım tıklım. Koskoca karavan ile kendimize yer bulmakta oldukça zorlandık. Araçların kapatmadığı bir yol ağzı bulup türbenin arkasına doğru ilerledik. Çeşmenin yanında uygun bir alan bulup aracı park edebildik. Sonrasında istemeden de olsa kalabalığa karışıyoruz. Genci yaşlısı, diziden görüp tura atlamış gelmiş. Türbe ziyareti adabını bilip dikkat eden de var, gelmiş olmuş olmak için gelenler de... Her ne olursa olsun, türbe, cami veya kilise... O ortamın bazı gereksinimleri var. Uymak doğru olanı. Ötesi bence büyük saygısızlık... Hem geçmişe, hem de geleceğe...

Tekrardan yola koyuluyoruz. Hedef belli, Kütahya. Hem günün yorgunluğunu atacağımız hem de akşam konaklayabileceğimiz bir mekan ararken belki de bu özelliklerin hepsini taşıyan yegane mekana, Çamlıca Tabiat Parkına rotamızı çiziyoruz. Yaklaşık 2 saat ve 100km sonunda "Hedefinize ulaştınız" sesiyle birlikte bu sefer aracı park edeceğimiz bir yer aramaya koyuluyoruz.


Herkes çardaklarda manzara eşliğinde akşam çaylarını yudumlarken biz de ağaçların arasında kendimize uygun bir yer bulup aracı ilk defa krikoların üzerinde park ediyoruz.

Manzaranın güzelliği sabah daha net ortaya çıkıyor. Kahvaltımızı Kütahya manzarası eşliğinde yapıp ufak bir kültür turuna başlıyoruz.

Önce Kütahya Kalesini geziyoruz. Kafe, restorant , oyun parkı ve tarih iç içe girmiş. Normalde sit alanı olması gerekirken bir mesire yerine dönüşmüş.

Kale içinde dik surlar, eski odalara ait göçükler sebebi ile kale aslında daha korunaklı olması gereken tehlikeli bir mekan. Gönül rahatlığı ile çocukları salıp koşturabilmelerini isterdim ama aklınız  onlarda kalacaktır.


Kaleden sonra şehre iniyoruz. Malum, Kütahya çinileri ile ünlü bir ilimiz. Çini müzesine gidelim diyoruz. "Rota oluşturuldu". Ancak hedefe ulaşınca park yeri bulmak biraz sıkıntı. Daracık sokaklar, koskoca araç. Bir boşluğa yerleşiveriyoruz. Bir de bakmışız, Arkeoloji Müzesi (Müzeciği), Ulu Cami ve Çini Müzesi yanyana. Vakit de müsait, hepsini ziyaret ediyoruz.

Arkeoloji Müzesi gerçekten çok küçük; bir avlu ve 4 odadan oluşuyor. Eserler ise bu küçük mekana göre gayet zengin.

Oradan çıkıp Ulu Camii'yi ziyaret ediyoruz.

Ortasındaki havuz ve üstündeki müezzin mahfili kendi başına bir şaheser. Hünkar Mahfili'nin süslemeleri ise ince bir işçiliğin eseri. Ustanın işini ne kadar iyi yaptığını gösterdiği gibi aynı zamanda da ne kadara saygısı olduğunu da gösteriyor. Zira böyle bir eseri yaptığın işe saygı göstermeden, onu benimsemeden veya sevmeden ortaya koymak bence mümkün olmazdı.

Çini müzesi de Arkeoloji Müzesi gibi beklenenden küçük bir mekanda yer alıyor. Çini yapılışından, bölgedeki önemine kronolojik bir temada ilerleyebiliyorsunuz.

Yeri gelmişken hemen belirteyim, bu mekanları gezmek için Müzekart ile giriş yaptık. Her zaman yanımızda taşımamızın faydalarından birkez daha yararlanmış olduk. Nerede, ne zaman lazım olacağı hiç belli olmuyor. İlerleyen günlerde yine Müzakart'tan faydalanacağız. Göreme'deki müzede de yine işimize yarayacak.

Tekrar yola koyulmadan önce çayımızı demlemek üzere meydandaki çay ocağından sıcak suyumuzu alıyoruz. Sonra ver elini Konya.

Muhtemelen hemen "Yol Afyonkarahisar'dan geçiyor, Nasrettin Hoca'ya uğramadan olur mu?" diyeceksiniz. Olmaz tabii... Ama Kütahya'dan ayrılırken hiç aklımda yoktu.

Çocuklar arkada uyurken, biz bir termos çayımızı yudumlarken, kısaca kendimizi yola kaptırmış giderken, bir anda tabelalarda Nasrettin Hoca yazıları belirmeye başlayınca hemen rotaya ara nokta ekleyiverdim. Yaklaştıkça hanım ve çocuklardan sorular gelmeye başladı tabii... Ben sürpriz olsun diye uğraşırken sabırsızca sorulara açık vermeden cevap yetiştimeye çalışmak çok zor.

Uzun sorunun kısa cevabı: Vardık. Ama yanlış yerdeyiz. Nasrettin Hoca müzesi diye geçen yerde alakalı hiçbirşey yok. Sadece Akşehir'in ahşap cumbalı evleri. Karavan ile aralardan geçmeye çalışmak ise iğneye iplik geçirmek gibi...

Sora sora buluyoruz "Akşehir Dünyanın Ortası Anıtı"'nı. Akşehir Mezarlığı'nın içinde Nasrettin Hoca Türbesi'nin hemen önünde. Nereden geliyor bu Dünyanın Ortası derseniz; Hocanın fırkasını bir hatırlayalım.

Çevreden bir grup insan, Nasreddin Hoca'yı çevirip ''Hocam size bir sorumuz var, dünyanın ortası neresi?'' demişler. Hoca, 5-10 adım ilerlemiş, bastonunu yere saplamış; ''Dünyanın ortası burasıdır'' demiş. Şaşkın şaşkın bakan kişiler, ''Nasıl olur Hocam?'' demişler. Hoca da ''İnanmazsanız ölçün...'' diye cevap vermiş.
Çevre düzenlemesi çok hoş, çeşitli betimlemeler ve altlarında konu ile ilgili fıkralar ile daha etkin bir anlatım sağlanmış. Gel gelelim sıcak tümünü gezmemize izin vermiyor. Yolumuz uzun, daha Konya'ya yetişeceğiz.

Aradan uzun zaman geçmiş olsa da bu yazıyı tamamlayasın var. Ne de olsa artık yeni bir plan var ufukta. 2019 yazında İstanbul’dan Paris’e, ordan da İtalya üzerinden yurda dönüş icin hazırlıklara başladık. Tabii ki yine Karavan ile...

Konya’ya akşam üzerine doğru varıyoruz. Market alışverişi sonrası Karatay Belediyesi’ne ait Karavan Parkını arıyoruz. Kocaman bir şehir parkının hemen girişinde ayrı bir kapıdan girilen bu alan beklentilerimin de üzerinde. 20-30 Araç rahatlıkla konaklayabilir. Elektrik, su, lavabo, duş; herşey var. Hatta kışın duş harici musluklarda da sıcak su mevcutmuş. Tebrikler Karatay Belediyesi.


Gece burada konaklıyoruz. Yandaki park biraz gürültülü ancak kapandıktan sonra sadece yoldan geçen araçların sesini duyuyorsunuz. 

Konya’da gezilecek çok yer var. Hepsine teker teker uğruyor, bol bol fotoğraf çekip yemeğimizi “Meşhur BOLU Lokantası’nda” meşhur etli ekmekten yedikten sonra Konya Şekerlerimizi de alıp akşam üzeri asıl güzergahımız olan Kapadokya’ya doğru direksiyon basına geçiyoruz. Tabii aracın gri ve siyah tanklarını boşaltıp, suyumuzu doldurduktan sonra.



Gece bir müddet araba kullandıktan sonra navigasyonun da hatalı yönlendirmesi ile karanlıkta yanlış birkaç yola girip çıktıktan sonra Üçhisar’a varıyoruz. Burada Karatay’daki lüksü bulmamız mümkün değil ancak çarşı ortasında servis Araçları ve otobüslerin park ettiği açık otoparkta bize kadar yer var. Sabah balonları izleyebilme umudu ile yorgun bir şekilde uykuya dalıyoruz.

Sabah gözümüzü açtığımızda farkediyoruz ki kurduğumuz alarmlar bizi uyandirmaya yetmemiş, belki de alarmı nasıl susturduğumuzu bile hazırlayamayacak oranda yorgunluğumuz bizi uykumuza esir etmiş, balon sevdalıları keyfini şurup geri dönmüş ve kahvaltılarını bile tamamlamışlar.

Belki yarın da görebiliriz diye ümidimizi soğutmadan bölgedeki güzellikleri keşfetmek çıkmak istiyoruz. Bu kadar geç kalkınca ondan da mahrum kalıyoruz. Tüm tur araçları çoktan yola koyulmuş veya kalkmak üzere. Biz ne yaparız diye araştırırken bölge esnafı sağolsunlar bizim icin özel bir rehber eşliğinde araç ayarlıyorlar. Tabii ki ufak bir ekstrası var. Buna da razıyız zaten. Bu arada yeri gelmişken hemen belirteyim, otopark ücreti için bir arkadaş sabah camınızı tıklatabilir. Fazla değil 3₺.

Bölge burada kısaca değinilemeyecek kadar muhteşem. Ayrı bir yazıyı da hak ediyor. Kim bilir ne zaman yazabilirim onu da.

Günü bölgenin çeşitli güzelliklerini keşfederek geçirdikten sonra bir sonraki sabah “Balonları en güzel nereden görebiliriz” sorusuna cevap aramakla geçiriyoruz. Birkaç alanı gezip iyice sorduktan sonra Panorama Kamping -belki adinin da etkisi ile- ön plana çıkıyor. Manevra alanı biraz sıkıntılı da olsa bir ön keşfin ardından geceyi geçireceğimiz ve balonları görebilme ümidi ile kendimizi yataklarımıza atıyoruz.

Bu sefer ayni hatayı yapmayacağız. Sabah karanlığında uyanıyoruz. Bekle, bekle, bekle. Ortada balon falan yok. Meğer bizim yüzümüzde hissettiğimiz o hafif esinti yukarılarda fırtına kopartıyormuş. Bütün seferler iptal.

Balonların gök yüzünde yükselip oluşturdukları o cümbüşü fotoğraflamak isteyen eşimin hüznü, Konya’dan yola çıktığımız gün “Keşke biraz daha mi erken çıkıp dinlenseydik” diye içimi yiyen o pişmanlık eşliğinde işi Polyanacılığa vurup “Bir sonraki sefer için bahanemiz olsun” kelimeleri dökülüveriyor ağzımızdan.

O kadar zaman sonra yepyeni bir plan yaparken içime bir kurt düşüverdi bak şimdi. Yeni yolculuğumuzda da acaba hedefimize kadar gidip asıl amacımıza ulaşabilecek miyiz?

Hadi neyse, dönüş yoluna gecelim. Ne de olsa son günümüz tamamen yolda geçecek. Gece geldiğimiz yoldan bu sefer günün ışıkları eşliğinde ilerliyoruz. Fakat bir endişemiz var. Konya’da kolaylıkla hallettiğimiz su tahliye meselesini nasıl çözeceğiz? Ne de olsa aracı dara-larından kurtulmuş olarak teslim etmemiz gerekiyor. Kara kara düşünüp uygun gördüğümüz her benzincide fırsat kollarken tam da bu işe göre bir mazgala denk geliyoruz. İşin hoş olmayan kısımları ile sizi sıkmayacağım ancak bu gerçekleri de arada hatırlatmakta fayda var.

Haritada da göreceğiniz gibi Aksaray’dan kuzey yönelip Tuz Golüne teğet rotamızda Ankara’ya doğru ilerliyoruz. Elbette ki Tuz Golünde durulacak. O meraklı ve imrenen bakışların son kez tadını çıkartarak aracı güzelce park ediyorum. Göle ayaklarımızı sokmak üzere hazırız. Kalabalık arasında ilerlerken o daracık koridorda kendimi bir anda hayvan pazarında demir kafesler arasında yönlendirilen danalar gibi hissediyorum. Bu duygunun şaşkınlığı ve o kalabalığa girişin şaşkınlığıyla “Ulan bu ne, niye sürdün bu kremi elime?” diye soracakken lafı ağzıma tıkayıveriyorlar. “Abi geç arkadaşlar ilerde havlu dağıtıyor.” Böm böm bakan gözler ve aklına geleni sayacakken Nasrettin Hocanın fil hikayesinden gibi kelimeleri terk eden nefesi tekrar kazanmak için açık kalan ağzımın oluşturduğu o garip yüz ifadesi ile koyunlar misali havlu alabilme ümidi ile yoluma devam ediyorum. Oradan biri yine müdahale ediyor. “Sür abi. Ovala. Cilde iyi geliyor.” Havlu? Başka bir ses. “Gel abi, önce durula ellerini” Suratta yine ayni şaşkın ifade. Yıkadıkça yağlanan o iğrenç maddeden kurtulmak için sürü olarak ilerlemeye razı olarak havlu arayışındayım. Elime bulaşan bu garip maddenin paketlenmiş halinden oluşan bir masada bekleyen ve bizim yüzümüzdeki ifade ile oldukça eğlendiği belli satış elemanın “Abi beğendiysen ...” diye başlayan cümlesini bitirmeye fırsat vermeden elindeki havluyu kapıp koca bir “Ya sabır...” çekiyorum.

Bu sıkıcı olaydan sonra Tuz Gölü’nde yorgunluğumuzu bir nebze atıyoruz. Araca girmeden önce tuzlarımızdan güzelce temizleniyoruz. Sonra ver elini Adapazarı.

Artık aracı teslim etme vakti geldi. Son bir görev daha var. Yakıtı full’leyeceğiz. Bu işlemi de tamamladıktan sonra Saly Karavan’a aracı teslim ediyoruz. Yolda dikkatimizi çeken birkaç keyfe keder konuyu iletip tavsiyelerimizi de aktardıktan sonra kendi aracınıza yerleşip seyahatimize noktayı koymak üzere bu sefer başladığımız yere, evimize, İstanbul'a doğru son bir yolculuğa başlıyoruz. 

Darısı sizlerin basına...



Devamı gelecek... (mi acaba?)

EasyBlog uygulaması ile fırsat buldukça güncellenmektedir.

Güzergahımız

1. Gün


2. Gün


3. Gün


4. Gün


5. Gün